ACISI DAİM OLSUN

Okuma Süresi: 32 dakika
A+
A-
ACISI DAİM OLSUN

ACISI DAİM OLSUN

 

            2 Temmuz Katliamı çok çeşitli açılardan incelenebilir, incelenecektir de. Ben, bu katliam niye yapıldı, katliamla sonuçlanan politikalar nasıldır, bu katliam engellenemez miydi, niye göz yumuldu soruları üzerinde yoğunlaştıracağım.

            Önce yazımın başlığı ile ilgili, bir iki çift söz etmek istiyorum.

1978 yılıydı, Ziraat fakültesi öğrencilerinin akademik haklarını almak için başlattıkları açlık grevine destek olmak için gittiklerinde orada bir kazada yaralanıp genç yaşında ölen kardeşimin – Hüsnü Cemal’in – cenazesini köye götürdüğümüzde ebem, annemi teskin etmeye çalışırken “yavrum acısı daim olsun” demişti. O zamanlar anneannemin bu tutumu düşüncelerimi altüst etmişti ama ne demek istediğini de tam anlayamamıştım. Belirli bir zaman geçtikten sonra, bir Alevi bilgesi, tam bir harabat ehli olan ebeme bu tutumuyla ne demek istediğini, neyi kastettiğini sordum. Bana dedi ki: “yavrum insan daha büyük bir acı gelip eski acısını bastırana kadar o acısını unutamaz, ben böyle diyerek, Allah başka bir acı verip, bunu unutturmasın, başka bir acı görmeyesiniz, dileğinde bulundum, bizde gelenek böyledir” dedi. O zamanlar ebemin bu tutumundan çok etkilenmiştim. Sonradan öğrendim ki bu bir halk geleneğiymiş.

            Bende şimdi bu halk geleneğine uyarak, 2 Temmuz’un acısı daim olsun, bu acıyı bizlere unutturacak başka bir acı daha görmeyelim dileğimi belirtmek istiyorum.

            Böyle düşününce, bu anmaların da aslında, ölen arkadaşlarımız için değil, yine kendimiz için yaptığımızı görürüz. Belki de bu yüzden Epikur: “Ölüm, ölen açısından değil, hayatta kalanlar açısından korkunçtur” dermiş.

            Bu katliamları her yıl yeniden hatırlayıp anmamızın nedeni de insanlığı bu tür kötülüklerden koruma içgüdüsünden başka bir şey değildir. Bu katliamlar üzerine konuşmaktaki amacımızsa bunların niye yapıldığını, nasıl yapıldığını, bunlardan kimlerin ne tür faydalar sağladığını, bu katliamların yapıldığı dönemlerin nasıl dönemler olduğunu, bu tür dönemlerde nasıl davranmamız gerektiğini bilince çıkararak insanlığı bu tür olumsuzluklardan koruyabilme arzusundan başka bir şey değildir. Bu çabalarımızı böyle anlamak gerekir, bunlar sağcı çevrelerin dediği gibi kötü bir anıyı konuşarak insanların keyfini kaçırma amaçlı değildir. 

            Bu katliamları çeşitli yönlerinden inceleyerek durumu anlamaya çalışalım; önce bu katliamlarda ortak olan yanlara bir göz atalım:

            Sadık Eral Alevi Katliamları kitabında katliamlar açısından ortak olan bir yanı şöyle dile getiriyor: “İlginçtir. Cuma –Müslümanlar açısından- kutsal bir gündür. Cami ibadet yeridir. Ama her nedense bu kutsal günde, ibadet yeri olan camilerde siyaset yapılmakta, katliamların ideolojisi oluşturulmakta, ardından insanlar katledilmektedir.

            Katliamlar açısından ortak ay; temmuz, ortak gün; Cuma, ortak başlangıç; Cuma namazları, ortak çıkış; camiler… ortak eylem biçimi; yakmak, katliam.

            Türkiye’de(…), “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” sloganını dillerinden düşürmeyenler kutsal Cuma günleri ibadet yeri olarak kullanılan camilerden insan avına çıkıyorlardı. Önlerine gelen yerleri ateşe veriyorlar, buldukları insanı öldürüyorlar.” (Acaba zatı muhterem, “camilerimiz kışla, kubbelerimiz miğfer”…derken bunu mu kastediyordu?)

            Katliamların bu ortak yanlarına bir şeyi daha eklemek gerekir: bu katliamlar hep halkın çıkarları etrafında birleşip mücadelesini yükselttiği, yani sol dalganın yükseldiği (başka bir deyişle Sosyal Demokratların iktidarda olduğu) dönemlerde olmuştur; Maraş katliamı da Sivas katliamı da böyledir.

            Öncelikle bu katliamlarda kullanılan şeriatçı şiddet hareketleri, bütün yanları ile incelenmeli, toplumun bundan kendini nasıl koruyacağı araştırılmalıdır. Bu şeriatçı şiddeti yaratan toplumsal psikoloji, bunu yaratan tarihsel kaynaklar, bunun ideolojik temelleri bilinmeli, bütün bunların panzehiri bulunarak gerekli önlemler alınmalıdır. Bu, bütün emekçilerin, bütün demokratların, bütün insanlığın öncelikli görevi olmalıdır. Bunlar bilinerek şeriatçı bir şiddet hareketinin doğması, gelip güçlenmesi ta başından engellenmelidir.

            Bütün bunlara rağmen, şeriatçı şiddete eğilimli bir kitle hareketi oluşursa bunu engellemenin, bunu zararsız hale getirmenin yolları yöntemleri de bilinmelidir.

            Şeriatçı şiddetten toplum kendini koruyamıyorsa, bundan vatandaşlarını korumak, çağdaş devletin asli görevi olmalıdır. Sivas’a şenlik yapmaya giden bütün insanlar da bu güven içinde oraya gitmişlerdi sanırım…. Pir Sultan Abdal Derneğinin yöneticileri, “o gün oraya giderken Şeriatçı tehlikeyi biliyorduk ama devletin bizleri koruyacağını düşündük; Biz bu şenliği devletin yardımlarıyla, devletin kurumlarıyla birlik yapıyorduk, devletin de bunun güvenliğini sağlayacağını düşünüyorduk”, diyorlar. Bu inanç olmasa sanırım Sivas’a gitmek yerine, Şenliği yine Banaz’da yaparlardı.

            Öyleyse kendi kendimize, şu soruları sorup birlikte yanıtlar aramak bizim hakkımız:  Peki kendisine güvenip gelen bu insanları devlet niye koruyamadı? Koruyamaz mıydı?  Yoksa işin içinde başka bir politik hesap mı var?

            Bu sorulara bir yanıt bulup aydınlanmamız için süreci kısaca gözden geçirmekte yarar var:   

            Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, 1. Kongresinden sonra, Pir Sultanı anmak için Banaz köyün de, Pir Sultan şenlikleri yapmaya -tekrar- başlar; üç yıl, üst üste, Banaz’da şenlikler yapar; bu anmalarda hiçbir sorunda yaşanmaz.

Dördüncü Pir Sultan Abdal Şenliğinin Sivas’ta yapılış sürecini Nedim Şah Hüseyinoğlu Pir Sultan Kültür Derneğinin yayınladığı dergide şöyle anlatıyor:

            “Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, tüm ezilenlerin ozanı, öncüsü ve direnişçisi olan Pir Sultan Abdal’ı her yıl şenliklerle anmaya karar verir. Temmuz 1993’de bu şenliklerin 4.sü de – yine-Banaz Köyünde yapılacaktır. Donemin Kültür Bakanı “Pir Sultan Abdal bir halk ozanıdır, Sivaslı’dır. Bu şenliği birlikte Sivas’ta yapalım” önerisini getirir. Ayrıca Sivas’ta Anadolu Halk ozanlarını simgeleyen birde heykel dikileceğini de belirtirler. Aynı doğrultuda Sivas Valiliği de şenliklerin önce Sivas’ta, sonra Banaz Köyünde birlikte yapılmasını gündeme getirir.

            Kültür Bakanlığı ile Sivas Valiliğinin ısrarlı önerileri doğrultusunda Pir Sultan Abdal “Geleneksel Senliğinin” ortaklaşa yapılmasına yönelik öneri benimsenir. 1-2 Temmuz Sivas’ta, 3-4 Temmuz 1993’de de Banaz Köyünde yapılması kararlaştırılır. Şenlik komitesine Sivas İl Kültür müdürlüğü de alınarak yeni şenlik komitesi oluşturulur.

            Pir Sultan Abdal Şenliklerinin hazırlık çalışmaları bir yanda sürerken, Şeriatçı ve Irkçı örgütlerde saldırı hazırlıklarına günler öncesinden başlarlar. Çevre illerden (…) örgütlü militanları Sivas’a taşırlar. …Halkın dinsel duygularını tahrik ederler.”

            Şehirde kışkırtıcı bildiriler dağıtılır; -sonraki araştırmalarda emniyet müdürlüğüne ait olduğu anlaşılan bir telefondan fakslanan- bazı kışkırtıcı bildiriler yerel gazetelerde de yayınlanır. Konukların kalacağı Madımak Otelinin önüne parke taşları yığılır. Herkesin gördüğü, bildiği bu gelişmeleri devletin güvenlik birimlerinin görmemesi, bilmemesi mümkün değildir?

            MİT Sivas Bölge yetkilisi, TBMM Araştırma Komisyonu’na verdiği bilgide “ Evet olayların olacağını öğrendik, ama vilayette bilgi vereceğimiz yetkili kimseyi bulamadığımız için, soyadını bilemediğimiz Ramazan adlı bir görevliye bildirmekle yetindik” diyor. (Bir devlet kurumundaki ciddiyete bakın hele.)

            1 Temmuz Perşembe günü, şenlikler valinin açış konuşmasıyla başlamış. Aziz Nesin de o gün konuşmuş, son derece masumane daha çok Alevilerin saz çalma tekniğindeki durağanlığı eleştiren bir konuşma yapmış. TGRT televizyonunun muhabiriyle yaptığı tartışmadan başka önemli bir şey olmamış. Aziz Nesin Cuma günü konuşma yapmamış, kitaplarını imzalayıp, lokantaya gitmiş vs.

            Şenliklere gelmeyen, bu konuşmaları duymayan Cuma namazından çıkan kitlelere kim oldukları bilinmeyen kişilerce kışkırtıcı konuşmalar yapılıp, “Dünyada ABD, Türkiye de PKK” yazan bir pankart açılmış, bir ABD bayrağı yakılmış. Sonunda Cuma namazlarından çıkan kitle; Tekbir getirip “Sivas laiklere mezar olacak, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak, Şeriat gelecek, batıl zail olacak, Vali istifa, Şeytan Aziz, İslamiyet’i ezdirmeyeceğiz” vb. sloganlar atarak saldırıya geçer. Bura da şuna dikkatinizi çekmek isterim, ne dün ne de bu gün, ne Sivas’ta ne de her hangi bir ilimizde ABD bayrağı bulmak mümkün değildir; o gün camiye Amerikan bayrağı getirilmiş olması, önceden bir hazırlığın olduğunu en önemli kanıtıdır. 

            Saldırıların başladığı andan itibaren, hem resmi çevrelerden hem de resmi olmayan, derneğin sorumlularınca, hem de etkinliğe gelen aydınlarca  Ankara’ya (hükümete) bilgi verilir.

            2 Temmuz 2001 tarihinde, Pir Sultan Abdal Derneğinin düzenlediği “8 Yıl Sonra Sivas’ın Tanıkları” konulu panelde konuşan, dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü “saat 3’te olaylardan haberdar edildiğini belirttikten sonra şunları söylüyor: ‘Aziz Nesin’le görüştüm. Aziz Nesin oteli anlattı, önce Valiyle görüştüm Vali gösteriler olduğunu ama kontrol edebileceğini söyledi.

-Durduramıyor musunuz dedim.

-Merak etmeyin dağıtırız dedi ama tatmin olmadım, İç İşleri Bakanını aradım. O da Vali önleyecek dedi. Bir milletvekiliyle daha görüştüm, dönüp Valiyle yeniden görüştüm, Vali heykelin kaldırılmak istendiğini söyledi. Valiye yeterince kuvvetiniz var mı, asker ister misiniz dedim, İç İşleri Bakanıyla yeniden görüştüm. En son İç İşleri Bakanıyla, Genelkurmay Başkanıyla ve Başbakanla görüştüm. …”

Dönemin Sivas Valisi, Ahmet Karabilgin, Hükümete sunduğu raporunda dakikası dakikasına olup biteni üst makamlara bildirdiğini gösteriyor. Bu raporun gösterdiği gibi, olaylar saat 13.30 da çeşitli camilerden çıkan kalabalıklarca başlatılmış. Saat 13.45’te “Tugay komutanı ilk kez telefonla aranıp olayla ilgili bilgi verilmiş ve yardım istenmiştir”. (Ogün Tugayda altı bin asker varmış).

Sivas Valiliğinin Hükümete sunduğu bu rapordaki bir iki ayrıntıyı analım:

“Saat, 14. 15: Vali tarafından Tugay komutanı telefonla aranarak, gelişme eğilimi gösteren olaylara karşı tugaydan yeniden yardım istenmiştir.

Saat, 14.30: İç İşleri Bakanlığına Vali tarafından telefonla ve faksla ve daha sonra da tekrar telefonla bilgi sunulmuştur. 

Saat, 14.40: İç İşleri Bakanlığı Müsteşarı ile görüşülerek Tokat ve Kayseri Valiliğinden kuvvet istenilmesi kararlaştırılmış ve ilgili valilere durum iletilmiştir.”

Saat, 19.50’de de otel önündeki araçlar ve otel yanmaya başlamış.

Olaylardan sonra -18 Temmuz 1993 günü Milliyet Gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde- Vali şunları söylüyor:

“…Başkan, –belediye başkanı kastediliyor- topluluğun tepkisinin kültür merkezi önündeki Ozanlar Anıtı’na olduğunu, anıt kaldırılırsa topluluğun dağılabileceğini söyledi. Aynı düşünceyi emniyet müdürü de paylaşıyordu. Ben önce sakıncalı buldum. Ancak benim için önemli olan; artık anıt değil, oteldeki insanların can güvenliği içinde kenti terk etmelerini sağlamaktı. Anıtın oradan çıkarılması talimatını verdik. Vilayetin önünden depoya götürülürken topluluk kamyonun üzerinden anıtı indirdi ve hem ozanlar Anıtını param parça ettiler, hem de Atatürk büstünü tahrip ettiler. Artık iyice çıldırmışlardı. Ben artık o anda anladım ki, olayları elimde ki güçle önlemem mümkün değil. Saat 18.15, sayın başbakan ve Sayın İç İşleri Bakanına son durumla ilgili ikinci faksı hazırlattım. Faksın altına not olarak acele uçak ve helikopterle destek ve yardım gücü gönderilmesini talep ettim. Bu talepleri telefonla olan görüşmelerimizde Başbakan ve İç İşleri bakanına ilettim. Bu arada havaalanını hazırlattım. Belediyeden, gelecek kuvvetler için de 10 otobüs hazırlattım. Şehir stadı içinde iki tane projektör yaktırdım, helikopterlerin inmesi için. Ne yazık ki, benim saat, 18.00’da istediğim destek hiçbir yerden gelmedi. Tek destek Genelkurmay başkanının beni telefonla aramasıydı.

Saat, 19.50, emniyet müdürü otel önünden bana adeta yalvarıyor. Yardımcı kuvvet istiyor. Aynı dakikada benim yanıtım: ‘dayan müdür bey! Dayan! Tugaydan destek kuvvet geliyor.’ Asker geldi, ama ne yapacağını bilmiyor. Saldırgan gurubun gerisinde kaldı. Otelin önüne intikal etmedi. Benim askerden beklediğim tek hizmet, itfaiye ile birlikte –saldırgan- gurubun arasından koridor açıp otele ulaşmaktı, ama bunu yapmadı. İtfaiyeye su sıkması için emir verdim. İtfaiye gitmemiş. İtfaiye su sıkmamış. …”

Bu durum, TMMM. Araştırma Komisyonunun, Araştırma Raporunda şöyle ifade edilmiş: “… ancak olay yerine gelen askerin otel önünde toplanan kalabalığın arka kısmında ne yapacağını bilmeden beklediği, yangın çıkıncaya kadar bu durumun devam ettiği video kayıtlarından anlaşılmıştır.”

Şeriatçı kitle oteli yaktıktan sonra, valilik binasına saldırıya geçerler; bundan sonrası TBMM. Araştırma Raporunda şöyle anlatılıyor:

“Alayda yedek tutulan bir özel timin 3 dakika içerisinde havaya ateş açarak vilayetin önüne gelmesiyle beraber kaçmaya başlamış, ve kısa sürede dağılmışlardır.” ( Alı Balkız, Sivas’tan Sydney’e Pir Sultan. Say:231)

Peki, bu “özel timler”, daha önceden gelip bu saldırgan gurubu böyle dağıtamazlar mıydı? Bunu daha önceden niye yapmadılar?

  1. Nedim Şahhüseyinoğlu bu olguyu şöyle soruyor: “Devletin haber alma yönünde çok yönlü ve duyarlı birimleri bulunmaktadır. Haftalar önce saldırının hazırlıkları yapılırken, neden haber alamadıkları kuşkulu ve düşündürücü görünüyor. Kaldı ki Sivas’ta Emniyet güçlerinin yanı sıra askeri tugayda var. Komşu illerde yeterince güvenlik güçleri var. Kayseri’de Komando İndirme Tugayı da var. Hepsinin emrinde çağın en modern ve hızlı taşıt araçları, helikopterleri de bulunuyor. Ama sekiz saatte yetişmemeleri düşündürücü olmaktadır. Dünya da en zor savaş, deniz ötesi savaşlardır. Kıbrıs savaşı iki saatte gerçekleşmiştir. Ama Türkiye’nin- ortasında- bir il olan Sivas’ta meydana gelen saldırı sekiz saat beklenilmiş, yazarlar, sanatçılar yakıldıktan sonra müdahale edilmesini anlamlı görüyoruz.” (Alıntılar için bakınız: Pir Sultan Abdal, kültür Sanat Dergisi, 20.sayı-Eylül 1996)

 

*

Peki bunun anlamı nedir yâda ne olabilir? Katliama giden bu yol nasıl bir politikanın eseri olabilir?

Clausewit’in: “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir” dediği gibi; halkın birbirlerini kırması biçiminde yaşanan katliamlarda uygulanan bir devlet politikanın sonucudur. Bu politikayı iyice anlamadan bu katliamları anlayamayız. Öyleyse bizlerde “halkın birbirlerine düşman edilmesinin sonucu yaşanan bu politikanın nedeni nedir, budan kimler faydalanır?” diye kendi kendimize sorup bunun yanıtını aramalıyız.

*

Devleti yöneten egemenlerin (siz bunu derin devletin diye de okuyabilirsiniz) bu politikasıyla ilgili “ Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabında Paulo Freire şöyle diyor: “Ezen azınlık bir çoğunluğa boyun eğdirdiği ve egemen olduğundan, iktidarda kalmak için çoğunluğu bölmek ve bölünmüş halde tutmak zorundadır. Azınlık kendine halkın birliğini hoş görme lüksünü tanıyamaz; çünkü bu, hiç kuşku yok ki hegemonyasına ciddi bir tehdit demek olurdu. Dolayısıyla, ezenler, ezilenlerde biraz olsun birleşme ihtiyacı uyandırabilecek her tür eylemi tüm araçlarla (şiddet dahil) önlerler. Birlik, örgütlenme ve mücadele gibi kavramlar derhal tehlikeli olarak damgalanır.” Sayfa 118-119. Ayrıntı yayınları, 2. baskı.

 

Çok eskilerden beri uygulana geldiği bilinen, bu kötü politikayı, ünlü İtalyan devlet adamı Machiavvelli, “Hükümdar adlı kitabında, devleti yöneteceklere öğütler verirken, şöyle anlatıyor: “Atalarımız, özelliklede onların akıllı olanları, ağız birliğiyle,  Pistolia’yı parti kavgaları ile Pisa’yı kalelerle tutmak gerektiğini söylerlerdi. Bazı kentleri kolaylıkla elde tutabilmek için halk içinde bölücülüğü körüklerlerdi. İtalya’nın az çok denge içinde olduğu bir dönemde, bu yöntem iyi olabilirdi.

            Bence Venetler, kendi egemenlikleri altındaki kentlerde Wolfe ve Ghibellino topluluklarını bundan ötürü kışkırtıyorlardı. İşi kan dökmeye kadar götürmelerine izin vermezlerdi, ama aralarındaki düşmanlığı körüklerlerdi. Kendi aralarındaki bu bölünme yüzünden halkın Venetler’e karşı ayaklanmayı aklına getirmeyeceğini düşünürlerdi…

Bu yöntem hükümdarın zayıflığını gösterir. Güçlü bir devlet içinde bu tür ayrılıkçılığa izin verilemez. Barış dönemlerinde halkın kolay yönetilmesini sağlayan bu yöntem, savaş zamanlarında tehlikesini derhal gösterir”. (Sosyal Yayınları)

            Görüldüğü gibi, köhnemiş bu politikanın, ikili bir yanı var; Halkın kolay idare edilmesi için, birbirlerine düşürülüp gerginlik yaratılması ile haksızlığa uğrayan yâda haksızlığa uğradığına inanan gurubun, bir savaş çıktığında, savaşılan devletleri destekleme ihtimali 8Ankara Savaşında, Osmanlı Ordusu içindeki Türkmen askerlerin Timur safına geçişini hatırlayın).

 

            Bu politikanın sonucu tarihimizde yaşanmış birçok acı olay vardır.

*

          Peki öyleyse: bizlerde “2 Temmuz da, Katliam yaptıranların, ya da buna göz yumanların amacı neydi, bu politikalarıyla neyi hedeflemişlerdi?” diye sorup bunun yanıtlarını aramalıyız.

 

            Aziz Nesin, “Sivas’ta Alevi Sünni çatışması yaratılmaya çalışıldı” diyor.

            Dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin, yukarıda andığım, Milliyet Gazetesi’nde yapılan söyleşide, gazetecinin, “bu olay, Aziz Nesine tepkiden mi kaynaklanmıştır?” Sorusuna şu yanıtı veriyor: Bu kesinlikle yanlış bir tespittir. Bu olayın gerçek hedefi, Alevi-Sünni çatışması yaratmaktır. Ben onu önledim. Burada Alevi yurttaşlarımız bu olayların tümüyle dışında kaldılar. Çok büyük bir sağduyu gösterdiler. Çok sakin bir şekilde olayların yatışmasını, evlerine çekilerek beklediler. Sivas’ta dinci gurup şeriatın provasını yaptı.”diyor. Dikkat edilirse Aziz Nesin’le Sivas Valisi aynı kanıyı paylaşıyorlar.

 Pir Sultan Abdal dergisinde yayınlanan, “Sivas, Sivas, Sivas” başlıklı söyleşide, Muzaffer İlhan Erdost katliamı şöyle değerlendiriyor:

            “Burada aslında Alevi-Sünni çatışması yoktu; ama Alevilerle Sünnileri çatıştıran bir başka güç, bir başka anlayış vardı, bunu bu Susurluk olayının arkasından Can Özbay açıkladı. Can Özbay’dan önce de açıkladılar, … ama, Can Özbay, MHP’li bir avukat. … Susurluk olayından sonra şunu söyledi: ‘Çorum’da gözlerimle tanık oldum, ABD Elçiliğinden bir görevli geldi Çorum’a, her şeyi tezgâhladı, gitti ve ertesi gün olaylar çıktı. Aynı şekilde Sivas ve Kahramanmaraş olayları da bu şekilde ABD elçiliğindeki görevliler tarafından tezgâhlandı’.

            Burhan Özfatura’yla İsviçre’de bir Amerikalı karşılaşıyor, … diyor ki: ‘Ben Sivas yöresinde barış gönüllüsü olarak çalıştım, bütün Alevi-Sünni çatışmalarının temelini biz hazırladık, biz oluşturduk.’

            Şimdi bir başka noktaya geçmek istiyorum. Sivas olaylarının temelinde şu da vardı, bazı yerel gazete sahipleri, TBMM Araştırma Komisyonuna verdikleri anlatımlarda bakınız ne diyorlar;  “İşi aslında 2 ay önce bekliyorduk biz, bu olayları, peki niçin 2 ay önce bekliyorduk? Pir Sultan Abdal şenlikleri gerçekte bir bahaneydi; çünkü, PKK Sivas’a gelmek, Sivas’a yerleşmek, Sivas-Samsun arasındaki yolu tutmak istiyordu, bunu engellemek için yapıldı.’ Şimdi tablonun bir yönü açığa çıkmaya başlıyor, burada şeriatçı ayaklanma var tabi.

            Şimdi ben şöyle düşündüm: Evet, bir PKK olgusu olabilir, PKK Sivas’a yerleşmiş olabilir.; fakat PKK ile mücadele doğal ki  devletin silahlı güçlerinin, devlete karşı silahlı olarak ayaklanmış bir örgüte karşı mücadele vermesi en  yasal ve en doğal anayasal hakkıdır. Bunu kimse, bir demokrat olan kimse yadsıyamaz, bu böyle; ama PKK’yı gerekçe göstererek orda aydın ve demokratların kitlesel olarak yakılmasının anlamını da hiçbir şekilde doğrulayacak bir hareket olamaz…. Başka farklı yöntemler kullanarak, orada PKK’yı bahane ederek, Pir Sultan Abdal şenlikleriyle birlikte başlayan ilerici demokrat hareketin yükselişini bastırmak için kullanamaz bunu. Niçin diyorlar? Çünkü diyorlar “PKK burada ilerici demokratlar arasında kendine yer bulabilirdi” ama o söylediğim gazete yöneticileri diyorlar ki; “Alevilere gittiler, Allah için Alevilerin hiç birisi yüz vermedi” bu doğru. O zaman burada bu hareketi planlamanın, programlamanın amacı neydi?” (Pir Sultan Abdal- Kültür Sanat dergisi Sayı:24,say:29-30)

 

*

            Burada sorulması gereken soru şu: bu hareketi planlamanın, programlamanın amacı neydi?

Bence solun yükselişini durdurmaktı, benim cevabım bu.

            Ben, gerek 2 Temmuz katliamında, gerekse de, Kahramanmaraş, Çorum katliamlarında ortak olan bir noktaya dikkat çekmek istiyorum; bu ortak nokta: bu katliamlar sırasında Sosyal Demokratların iktidarda oluşudur.

            Bizler katliamlar sırasında Sosyal Demokratların iktidarda oluşunu hep onların aleyhine kulandık, onların zaafı gibi düşündük. Sanırım katliamları planlayanların istediği de, tam buydu. Sosyal Demokratların bu olaylardaki kusurları, ayrıca tartışılmalı ama nasıl olup da bütün bu katliamların, çatışmaların genel olarak sollun, özel olarak ta Sosyal Demokratların yükselişe geçtiği, Sosyal Demokratların iktidarda olduğu dönemlere rastladığının, bir açıklaması, bir püf noktası olmalı?

            Bu dönemlerin ortak özelliği şu: askeri diktatörlüklerden sonra, haksızlığa uğramış kitlelerin haklarını aramaya başladığı, halkın mücadelesinin sokaklara çıkma eğiliminde olduğu dönemlerdi. Sola kayan, mücadele eden bu kitlelerin morali bozulup, umudu kırılmazsa, mücadelelerinin nerelere dayanacağı belli olmazdı. Bu da egemenlerin (derin devletin) rüyalarını kaçırmaya yeterdi de artardı bile. Halkın umudunu kırmanın öteden beri bilinen en iyi yolu, halkı birbirlerine düşürmektir. Din, mezhep ya da etnik köken yüzünden birbirine düşen, birbirinin gırtlağını sıkan bir halk artık ölmüş demektir; onun kendine faydası olmaz, o artık başkaların yardımıyla hayatını sürdürmeye başlar.

            Katliamların Sosyal Demokrasiyle ya da genel olarak solun yükselişiyle doğrudan ilişkisi böyledir; Sola güç vermekte olan kaynak, halkın kendi çıkarları etrafında birleşmesidir; bu gücü kırmanın yolu ise kitlelerin birliğini parçalamaktan, onları birbirlerine düşürmekten geçer. Bu egemenlerin, egemenliklerini sürdürüş biçimlerinin bir parçasıdır; bu tür devlet politikalarının mantığını Machivelli asırlarca önce yazıp, bize söylemişti ama bundan ders alan nerede.

            Allah sevdiği kullarını sevindirmek için, önce eşeğini kaybettirir, sonrada geri buldururmuş derler. Egemenlerde şeriatçıları büyütüp, besleyip kışkırtıyorlar, sonrada bir noktadan sonra onları durduruyorlar;  Machiavvelli’nin anlattığı bu tarihi çok eskilerden gelen politika bilinmeden, katliamlar anlaşılamaz. Tarih ders alınmazsa tekerrürden ibarettir. Birbirlerine düşürülen halk, ayrılmaları için başkalarını yardıma çağırır. Yugoslavya’yı düşünün.

 

*

            Kıbrıs’ta, -Sovyet yanlısı,- AKEL’in, Türkler ile Rumları ortak bir hedefte birleştirip, yükselişe geçişi nasıl durduruldu bir inceleyin; iki tarafın Gladıo’su faaliyete geçip, önce Rumlarla – Türklerin birlikte örgütlendikleri sendikadan, derneklerden, partiden onları ayırmışlar, sonra da onları birbirlerine düşürmüşler. “Kıbrıs Türk Mukavemet Hareketi’nin” neler yaptığı zaman zaman gazetelerde yazılıp çiziliyor; Neler yapmışlar: Rumlarla- Türklerin beraber örgütlendiği sendikadan, dernekten, partiden Türkleri ayırmakla işe başlamışlar; O örgütlerden ayrılmayan Türkleri öldürüp, bunu kendi gazetelerinde yayınlamışlar. Sonra iki tarafın ırkçıları, milliyetçileri de güçlenip, kahramanlar gibi birbirlerinin gırtlağına sarılmış. Sonuç olarak, Kıbrıs cehenneme dönmüş; sonra Rum Faşistler darbe yapıp kendilerinden olmayan herkesi, Türkleri de Rum solcuları da katletmeye başlamışlar; sonra da ABD’nin gözlerinin önünde, Türkiye Kıbrıs’a çıkarma yapmış; böylece ABD’nın korkulu rüyası olan AKEL tehlikesi, (AKEL’in iktidar olma ihtimali) ortadan kalkmış. Sonuçta iki halkta kaybetmiş; iki halkta da ırkçılık-milliyetçilik belası artmış, ABD’nin istediği ortam sağlanmış.

            Bunlar katliamlardan çıkarılması gereken en temel derslerdir; kuşkusuz ilerde birçok ayrıntısı daha incelenecektir. Bizler, halkların birbirine kenetlenip mücadele etmeye başladığı dönemlerde gözlerimizi, dört açmalıyız, bu konuda ki hassasiyetimiz artmalı, bu dönemlerde halkların birbirine düşürülme tehlikesinin olduğunu bilmeliyiz; bu tarihten çıkarılması gereken en önemli ders bu olmalıdır. Sakin zamanlarında, devrim tarihlerini incelemek, katliam politikalarının, sahneleniş usullerini bilmek, bunların derslerini çıkarmak hassasiyetimizi artırır.

 

            Unutmayalım ki, Sivas katliamı planlıysan aynı güçler, aynı zamanda Sivasta Alevi katliamından sonra da bir Sünni katliamının yapılmasını programlamayı ihmal etmemişler, Sivas katliamından iki gün sonra da Başbağla katliamı oldu. Kullanılan piyonlar ayrı olsada bu katliamları planlayanların aynı olduğunu düşünmekte sıkıntı yok. Alacak olan olursa, tarihimizde alınacak ders çok.

 

 

Aydınların, solcuların, sosyalistlerin yaşanılan anı iyi anlamaları, halkı ona göre uyarmaları gerekiyor. Yoksa bir lokma yem için balığın oltayı yuttuğu gibi, bizde ufak çıkarlar uğruna kapana kısılıp gideriz. Tarihin,  billurlaşmış bilinci yolumuzu aydınlatabilmeli.

Aşk ile   

 

                                                                                                RIZA AYDIN

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

Pir Sultan Abdal Kültür Dergileri. H. Nesim Şahhüseyinoğlu, Yakın tarihimizde Kitle Katliamları. Sadık Eral; Alevi Katliamları. Ali Balkız; Sivas’tan Sydney’e Pir Sultan, Aziz Nesin; Bir Tutam Aydınlık, Ali Yıldırım; Ataşta Semaha duranlar,  Av. Şenal Sarıhan; Madımak yangını – Sivas Katliamı Davası, Machiavelli, “Hükümdar-Pirens”, Paulo Freire, “Ezilenlerin Pedagojisi”, Clausewit; Savaş Sanatı-May Yay,  günlük gazeteler.