BÜYÜK USTA BOZKIRIN TEZENESİ NEŞET ERTAŞ’IN HAKKA YÜRÜYÜŞÜNÜN 10. YILINDA SAYGI İLE ANIYORUZ.
BİR GARİP, ”NEŞET ERTAŞ….!”
“kaman civarına bahar gelince yıkılır ovadan abdal çadırları…”
(Atilla İlhan / Cebbar oğlu Mehemmet)
Abdal obaları, Horasanlı Ahmet Yesevi’nin çağrısı ile tarih ırmağının kıyılarından kalkıp Kırıkkale – Keskin – Kaman – Mersin – Adana ve Yozgat’a yerleşirler.
Ertaş’ların Deveci kabilesi de, 4000 devesiyle Anadolu’ya göçer.
Daha çok, düğünlerde saz çalar, sünnetçilik, berberlik yapar, diş çekerler.
Abdallar, yoksulluklarını, acılarını saza, söze döküp engin bozkırlara, alaca bulutlu gökyüzüne, heybetli dağlara seslenirler.
Kaygusuz Abdal, Teslim Abdal, Pir Sultan Abdalların geleneğinden gelen dini motifli tasavvufi müzik anlayışı, yaşam şartlarının zorlamasıyla zamanla çalgıcılığa dönüşür.
Türkmen / Abdal geleneğini, “düğün çalmak” tarzında sürdüren, 20. yüzyıla taşıyan öncülerden biri de, Türk halk müziğinin “kaynak kişisi” Muharrem Ertaş’tır.
Kendi deyişiyle düğün çalar, horanta geçindirir.
“Baba, sen niye beste yapmadın, plak çıkarmadın, adını yazmadın?”
“Oğlum, ozanlar birbirinin devamıdır.
Benim demek istediğimi belki benden evvel birileri çalıp söylemiştir.
O bana bırakılan bir mirastır.
Bana düşen, bu sözleri saygıyla anmak, onu havalandırmaktır.”
Bu terbiye ile yetişir, gönüllerin ozanı Neşet Ertaş.
“Asırlık bir kültürel mirasın son temsilcisi, Anadolu halk müziğinin yaşayan efsanesi, abdalların sonuncusu” sözleriyle başlayan belgeseli, büyük saz ve söz ustasının yaşam denilen ince yolda garip başına gelenleri anlatır:
“Babam Muharrem Ertaş, Kırşehir’den çıkmış, Keskin’e gelmiş, anamınan evlenmiş.
Daha sonra Çiçekdağı’nın Gırtıllar, eski adıyla Abdallar köyü denilen 20 haneli küçük bir köye yerleşmiş.
Ben o köyde dünyaya geldiğimde sazı göbeğime koymuşlar.
Babam sazıynan sesiynen tanınmış engin gönüllü, hoşgörülü, sevilen bir sanatçıydı.
Geçimimizi sazıyla temin ederdi. Kırıkkale ve Yozgat’ın köylerini, İç Anadolu’nun birçok köylerini sazı omzunda gezdi, her yerde türküler avazlar bıraktı…”
Çocukluğu, babasının ardında düğün gezmek, zil, kaşık, keman çalmak, hava oynamakla yani köçeklikle geçer.
Yanlarından hiç ayırmadıkları bir eşekleri vardır.
Ama onun sırtına binmezler.
Çünkü ona kıyamazlar.
Çünkü bir canlı, bir başka canlının sırtına binebilemez.
Sonraları küçük evlerinin önünde Kültür Bakanlığı’nca tasarlanan ve yapılan heykel, sırf bu yüzden Neşet Ertaş’ın ısrarıyla değiştirilir.
Yeni bir düzenlemeyle Muharrem Usta eşekten indirilir.
18–20 yaşlarında iki yıllık bir İstanbul macerası yaşar.
Cebindeki 2,5 lirayla Kırşehir’den yola çıkar.
Ankara’ya vardığında parası biter.
Sırtında sazıyla otobüs terminalinde onu gören bir değnekçi,
gece yarısına kadar saz çaldırır.
Sonunda bir otobüsün arka koltuğunda İstanbul’a gitmeye hak kazanır.
İstanbul’da günlerce iş arar, aç kalır.
Tesadüfen karşılaştığı Kadri Şençalar, Beyoğlu Saz’da ona iş bulur.
Orada çalacak, karnını doyuracak ve 7,5 TL gündelik alacaktır.
Hacıhüsrev’de bir gecekonduya yerleşir. 1957’de Garip adlı bestesinin plağını yapar.
Kadri Şençalar ve diğer tanıdıkları onu artık “Garip” diye çağırırlar.
Kırşehir’e döner.
Muzaffer Sarısözen’in hazırladığı ve sunduğu “Yurttan Sesler” adlı programda babasının yetiştirdiği Hacı Taşan’ın sesini duyunca, sazını sırtına vurup Ankara’nın yolunu tutar.
Radyoda karşısına Emin Aldemir çıkar.
Onun tavsiyesiyle Muzaffer Sarısözen’e çalar, beğenilir.
Radyo anonslarındaki adı, Kırşehirli Mahalli Sanatçı Neşet Ertaş’tır.
Ankara Radyosu’ndaki “Mahalli Sanatçı” kadrosu yanında, Rüzgârlı
Sokak pavyonlarında çalar.
Altındağ’da bir saz evi açar.
60’lı yıllarda Leyla’sını tanır, onu sever.
Babasının karşı çıkmasına rağmen evlenir ve ondan üç çocuğu olur.
Onuncu yılın sonunda anlaşamayarak ayrılırlar.
Bu olay onu sanatının doruğuna çıkarır.
Kariyerinin en güzel aşk türkülerini üretir:
“Sevda gitmiyor serde de, amanin Leyla, Leyla”
“Kendim ettim kendim buldum”
“Hata benim, günah benim, suç benim”
“Yazımı kışa çevirdin”,
“Nartanesi” bunlardan bazılarıdır.
1965–1975 yılları arasında yurtta Neşet Ertaş rüzgârı eser.
Köyün geleneğini kentin rengiyle birleştiren,
Türk halkının gönül telini titreten, ruh kaynağını besleyen, özgün eserler ortaya çıkar.
Yoğun ve baskın yöresel unsurlar barındıran yeteneğini, üstün yorumculuğuyla birleştirir.
Fakat bütün bu yaratıcı özellikleri, TRT’de kendi istediği gibi okuma özgürlüğünü ona tanımaz.
Kurumdan ayrılmak zorunda kalır.
Leyla’sından da ayrı düşmenin verdiği acılar, alkol ve gece yaşamı ile birleşince sağlığı bozulur ve felç geçirir.
Sazının tezenesinde uçuşan büyülü parmakları, artık onu dinlemez olur.
Yine kimsesiz, yoksul ve gariptir.
Sahipsiz kalır, dost kapıları yüzüne kapanır.
Hayal kırıklığı ve acılar yaşar.
Bu kez onu daha uzun bir göç beklemektedir.
Tedavi olmak üzere, Almanya’da çalışan kardeşinin yanına gider.
Kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiçbir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten kaçan ve pek orta yerde görünmek istemeyen; mezhep, parti ve etnik kimlik çağrışımlarına pirim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiçbir şeyden medet ummayan bu “Garip” insanı tanımak da tanımlamak da gerçekten zordur.
Almanya yılları bir inzivaya dönüşür.
Mütevazı bir eve yerleşir ve sade bir yaşam sürer.
Alkolü bırakır.
Okullarda saz öğretmenliği yapar.
Kurduğu bir küçük grupla, gurbetçilere konserler verir.
Çocuklarının öğrenimine özel bir önem gösterir.
Kendi sefaletini, ezikliğini onlar yaşamasın ister.
Almanya türkülerine gurbet ve özlem motifleri işler.
Bu arada “Ay dost!” çağıran, yeri göğü inleten baba, Muharrem Ertaş köyünde ölür.
Geriye Anadolu bozkırının her yanında duyulan onurlu bir çığlık bırakır.
Yazık ki, devlet erkânı bu acıya ortak olmaz, sanatçının cenazesini köylüleri kaldırır.
Babasının ölümünden sonra iyice kabuğuna çekilir.
Eserleriyse Türkiye’de iyi satar, herkese para kazandırır.
“Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Yalan Dünya” gibi yeni parçalarını da, korsan sanatçılar, hiçbir ücret, telif hakkı ödemeden seslendirir, kaset yapar.
30 yıla yakın bir süre inadına radyodan televizyondan ve gazetelerden kaçar.
2000’li yıllarda öldüğü söylentileri de yayılınca, Türkiye’den gelen dostlarının davetini kabul etmek zorunda kalır.
Unutulmaya yüz tutmuşken, kendi deyimiyle kuyunun dibinden çıkarılır.
Hakkında kitaplar yazılır, belgeseller yapılır.
Ekranlarda halkı ile kucaklaşır.
Muhteşem kalabalıkların buluştuğu halk konserlerinde, sahne spotlarından kararan gözleri hemşerilerini, toprağının insanlarını arar.
Onun; “ayağınızın türabı, goğnünüzün hızmatçısı, derdinizin ortakçısıyım”
deyişine kitleler, şu yanıtı verir:
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm, /
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?
Bozkırın Tezenesi, 25 Eylül 2012 günü, türkülerini ve sevenlerini yetim bırakarak aramızdan ayrıldı.
Onu bağrından çıkaran bu halk durdukça adı dillenecek, türküleri okunacaktır…
Ruhları şad mekanları cennet olsun
‘’Garip Ozanın ve Ozanların…’’-Alıntı, derleme_ Vesselam…
Hoşça kalın dostça kalın, sağlıklı kalın…
Ramazan Yazar
Emekli Teknik Öğretmen